2 Kasım 2014 Pazar

Karadeniz Gezisi - Üçüncü Bölüm

Öncelikle bu kadar uzun bir mola verdiğim için affınıza sığınır, izninizle Karadeniz Notları'ma devam etmek isterim sevgili dostlarım.   

Kaldığımız yerden devam edecek olursam gezimizin 4. gününe başladığımız bugün yine son derece yoğun bir program bizi bekliyordu. Zigana'ya doyamadan veda ederken yolculuğumuz, bıçak ve pidenin anavatanı, Trabzon'un önemli ilçelerinden olan "Sürmene" ye doğru başladı. Sürmene'nin geleneksel sanatlarından olsa da artık çırak yetişmediğinden yok olmaya doğru giden bu mesleği halen sürdüren dövme bıçak ustalarının ellerinden çıkan ve Türkiye'nin her yerinde satışa sunulan bu bıçakları Sürdövbisa 'da görmek için günün ilk molasını verdik. 


İkinci durağımız olan çay fabrikasından kareler ise şöyle...




















Çayın anavatanında çaya dair öğrendiklerimiz, bizlere yapılan çay ikramı ve  tabi ki kendimiz ve sevdiklerimiz için yapılan çay alışverişi ile günümüz devam ediyor.






Biz, Mayıs ayında toplanan (çünkü çayın en iyisi Mayıs ayındaki hasatmış) ve marketlerde bulamayacağımızı söyledikleri (çünkü  bu kalitede ürünün devamı yok, bu yüzden Migros/Tansaş vb. marketlere verilmiyormuş) paketlerden ve de sağlıklı yaşam için yeşil çay almayı seçiyoruz. İkisinin de tadı gerçekten başarılı. Meraklısı ve satın almayı isteyenler için buyrunuz efenim :)


Yeşil çay hafif kekik kokusu ile hoş bir aroma bırakıyor damaklarda...


Bugün çay fabrikasının ardından hepimizin heyecanla beklediği "Batum" var sırada.

Türkiye ile Gürcistan arasında 10 Aralık 2011 'de başlayan pasaportsuz geçiş, farklı bir ülke şehrini görmek için zaman kazandıran bir unsur gibi duruyor evet. Fakat tahmin edersiniz ki; Sarp Sınır Kapısı'ndan geçerken uzun bir bekleyiş yaşanıyor illa ki.(Şansımıza o gün bir de sistemsel bir sıkıntı da bizi buluyor.) Bu sıkıcı bekleyişin ardından Batum'a giriş yaptıktan sonraki ilk noktamız, işletme sahibinin Karadenizli olduğu, menülerinde ise "Gürcü Mutfağı"na ağırlık vermeleri sebebiyle tercih edildiğini düşündüğümüz restorant oluyor.  

Batum'da yenecek/içeceklerden en meşhurlarına dair -Gürcü pidesi, Gürcü mantısı, Gürcü peyniri, armutlu gazoz- notlarımı paylaşacak olursam buyrun sevgili dostlar:




Khinkali ("Hinkali" diye söylenmekte :)) adını verdikleri dev mantıları; oldukça kalın bir hamurun içine baharatlı et, maydanoz, soğan ve sarımsak karışımı eklenip haşlanarak hazırlandıktan sonra sade olarak sunulmakta. Bizleri nasıl yeneceği konusunda uyardıkları için, içinde biriken sıcak et suyu haşlanmamıza sebebiyet vermedi. Evet blogcanlar, "Gürcü Mantısı" nı yemenin bir usulü varmış. Şöyle ki; ilk önce bu dev mantıdan bir ısırık alıp açılan delikten etin suyunu hüpletmek, ardından mantınızı yemeniz gerekiyormuş efenim :) Tadı nasıl diye soracak olursanız, bu farklı sunum ve enteresan yeme usulünü ilginç bulsak da alışageldiğimiz mantıyı aramadık değil doğrusu. Hamurunun oldukça kalın oluşu, içindeki kıyma karışımının da "çiğ" denecek kadar az pişmişliği bize çok hitap etmedi anlayacağınız :(




"Hachapuri" dedikleri peynirli "Gürcü Pidesi" ile bu bölgede bolca üretilen bir tür inek peyniri olan "Sulguni Peyniri"ni ise gayet lezzetli bulduk. Zaten bana peynir olsun çamurdan olsun. Hele ki çok tuzlu değilse başka birşey olmasa da olur sofrada. Bu peynir de az tuzlu ve hafif oluşu ile tam benlikti.




İlerleyen saatlerde Batum çarşısında dolaşırken, kafelerde de çokça dikkatimizi çekecek olan "armutlu gazoz"u da burada tatma şansımız oldu. Tadı fena sayılmaz. Armut aromalı gazlı bir içecek hayal edin. Sıcakta iyi gidiyor. 

Yemek konusunu burada kapatıp biraz da şehre bakalım mı?

"St. Nicholas Kilisesi", "Virgin Mary Kilisesi", Batum'daki tek cami olan "Orta Cami", Karadeniz kıyısı boyunca uzanan dünyadaki en uzun bulvarlardan biri olan "Batum Bulvarı", "Piazza Meydanı", "Tiyatro Meydanı"ndaki "Poseidon Heykeli", "Avrupa Meydanı"nın ortasında yükselen "Medea Heykeli", "Alfabe Kulesi", "Chacka Tower" Batum'da görülesi yerlerden sadece bazıları :)


1866 yılında inşa edilmiş olan Orta Camii Türk Mahallesi olarak anılan mahallede bulunuyor.

Orta Camii


St. Nicholas Kilisesi




Virgin Mary Kilisesi (Cathedral Church of Virgin Mary)




Piazza Meydanı'nda ben :) 


Piazza Meydanı (Piazza Square)


Poseidon Heykeli


Avrupa Meydanı’nın ortasın yükselen, elinde altın post olan Medea Heykeli.

 Altın Post, Yunan mitolojisinde ihtişamı, zenginliği 
ve iktidarı sembolize etmekte imiş. 

Şehri yürüyerek gezenlerin illa ki gözüne çarpacak olan bu ihtişamlı heykelin önünde hatıra fotoğrafı olmadan Batum'a veda etmek olmaz ;)

İzmir'deki saat kulesinin ikiz kardeşi olan Chacha Tower :)

Aslında Batum'la ilgili yazacak ve paylaşacaklarım, yaz yaz bitmez ama aklımda ve notlarımda kalanları kısa kısa toparlayacak olursam:

  • Gürcistan'ın Karadeniz kıyısında, Acara Özerk Cumhuriyeti'nin yönetim merkezi olan bir liman kenti. 
  • Rusya'nın dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan ülkelerden olan Gürcistan şüphesiz bunun etkilerini hala yaşamakta. Batum'da da bu durumun bir yansıması olarak, hummalı bir yapı çalışmalarının olduğuna şahit olurken, özellikle de 2004 yılından beri şehrin bir plan dahilinde yeniden yapılandırılması için restorasyon çalışmalarına hız verildiğini öğreniyoruz.
  • Bu yeniden yapılanmanın yanında Sovyet Dönemi'nden kalma pembe, yeşil, sarı mavi brandalı eski binalar da dikkat çekerken Roma, Bizans, Pontus, Osmanlı ve Sovyet izlerini taşıyan tarihi dokunun özenle korunduğunu görüyoruz.
  • Para birimleri olan "Lari" nin kurunu merak edenler için küçük bir not. O gün için 1 TL, 0.80 Lari idi.
  • Subtropikal iklime sahip olan şehirde hava sıcaklığı yüksek, nem ise hissedilir seviyede seyretmekte (Temmuz ayı itibari ile hissettiğim).
  • Manolya ağaçları ile süslü bulvarlar, gözümü alamadığım upuzun bambular, heykellerle dolu parklar yine göze çarpan ayrıntılardan.
  • Binalara baktığımızda aykırı bir mimarisinin olduğunu düşündürten kendine özgü bir kent.

Bambular...


Şehrin her bir yanında karşımıza çıkan heykellerden sadece biri ;)

Batum'a henüz girmeden Türk Lira'larımızı Lari'ye çevirmeyi unutmuyoruz :


İlginç ve aykırı mimariye bir örnek olan TERS BİNA aslında bir restorant ;)


Sovyet Dönemi'nden kalan bu apartmanlar
şehrin renkli görüntüleri için bir örnek.

Eveeet sevgili dostlarım, bu  dopdolu günün ardından otelimize vardığımızda yine güzel ve yorgun bir günü geride bırakırken ertesi günün merakı ile uykuya daldık... 

Devam edecek...

17 Eylül 2014 Çarşamba

Bir Sunay Akın Molası

Merhaba dostlarım... Bu postla "Karadeniz Notları"ma minik bir mola vermek zorundayım. Söz o güzellikleri anlatmaya devam edeceğim. Hayat benim gibi tembel bir bloggera göre çok daha hızlı ne yazık ki:) Öyle atraksiyonlu bir hayat da sürmüyorum ya yine de paylaşacaklarım birikiyor işte.




Şimdi efenim, biz dün akşam kendimize bir iyilik yaptık. Ben, eşim ve çok sevdiğimiz bir dostla sevgili "Sunay Akın"ın "İki Kitap Bir Heves" adlı tek kişilik oyununa gittik. Bu yüzden arayı uzatmadan sıcağı sıcağına sizlerle paylaşmak istedim.

İstanbul'daki Oyuncak Müzesi'ni gezdikten sonra Sunay Akın'ı tanımayı çok istemiştim. Şair, yazar, araştırmacı, gazeteci, koleksiyoncu, tiyatro oyuncusu Sunay Akın'ı ilk kez canlı olarak izleme şansı ise dün akşama nasipmiş. Hikaye anlatmadaki ustalığından başka araştırmacı kimliğine ayrıca hayran kaldım. O anlattıkça hiç birşey bilmediğimizi farkedip hüzünlenirken, onca yıl okul sıralarında boşuna debelendiğimizi bir kez daha anladım. Çok şey söylemeye gerek yok. Sunay Akın demem yeterli aslında. Güzel bir insan! 

Yalnız onunla ilgili karşıma çıkan şu bilgi hayranlarının ve belki de (benim gibi) onu tanımaya çalışanların ilgisini çekebilir diye şu paylaşımı da yapmalıyım canlar :)

Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte her insanın içinde yaratıcı bir düşünce olduğunu söyleyen yazar şöyle demiş:

"İnsan bu düşünceyi bulup yaklaştıkça mutlu olur. Asıl olan sensin, bu yaratıcılık ve merak duygusunu taşıyan insan! Kişinin kendisini geliştirmesinde, aydınlanmasında önemli olan sorulardır, adımlar sorularla atılır." 
(kaynak: http://www.gerekeniyap.com/sunay-akin-iki-kitap-bir-heves/)



Ne mutlu sana ki sevgili Sunay Akın, içindeki yaratıcı gücü keşfedip, o ışıkla yürümüşsün. 




8 Eylül 2014 Pazartesi

Karadeniz Gezisi - İkinci Bölüm

Kaldığımız yerden devam etmek üzere tekrar sizlerleyim efenim :)


Hatırlarsanız Samsun'dan sonra konaklayacağımız otele (Ordu-Fatsa) doğru yol almaktaydık. Otele yaklaşırken rehberimiz ertesi gün saat 8:30' da hareket edeceğimizi bildirdiğinde bu hareket saatinin çok insaflı olduğunu henüz bilmiyorduk tabi. (Sonraları saat 7:00 de bile yola çıkılcak günler olacağından o dakikalarda henüz habersizdik.) Açıkçası bi otobüs dolusu insanın o saatte asla hazır olamayacağını düşünmüş, hareket saatinin en az yarım saat kayacağına dair önyargılı bir tutum geliştirmiştim. Ancak sabah bütün ekibi tam da söylenen saatte hazır ve nazır bulduğumda onlara karşı haksızlık ettiğimi görmek beni çok mutlu etti. Evet haksız çıkmış olmam iyiydi. Demek ki son derece disiplinli bir ekiptik ve ortak hareket için bu son derece gerekliydi.

Yaşadığım bu anlamlı şokla beraber 3. günümüz böylece başlar. İlk noktamız olan "Ordu-Boztepe"ye doğru yol alırken geçilen "Nefise Akçelik Tüneli" hakkında öğrendiklerimi aktarmak isterim. Bu tünel, şu an için Türkiye'nin en uzun tünelidir. Yapımı devam eden Rize'yi Erzurum'a bağlayacak, 14 km. yi bulacak olan Ovit Dağı Tüneli bittiğinde en uzun 2. tünelimiz olarak anılacak olan Nefise Akçelik Tüneli, ismini yapımında emeği geçse de tamamlandığını göremeyip hayatını kaybeden mühendis Nefise Akçelik'ten alır. Fatsa ilçesi ile Ordu il merkezini birbirine bağlayan tünel 3778 metredir.

Bu bilgiler eşliğinde, fındık bahçelerini seyrederek Ordu Boztepe'ye geldiğimizde fotoğraf çekimi ve çay kahve molası vermenin vaktiydi. İnanılmaz bir manzarayı seyretmenin vaktiydi şimdi. Hatta şansımız yaver gitseydi ve tesis o an için çalışıyor olsaydı Ordu'ya inişimizi teleferikle yapacaktık. Yazık ki yalnızca bu eşsiz manzarada çayımızı içmekle yetindik.





Bu keyifli çay molasının ardından "Akçaabat"ta yöresel tatlarla bezeli öğle yemeği molası, ardından pek çoklarımızın görmeyi en çok istediği yerlerden biri olduğunu bildiğim "Sümela Manastırı" vardı sırada. 

Öğle yemeğini Akçaabat'da (Körfez Restorant) yediğimize göre "Akçaabat Köfte" olmadan olmazdı tabi. Bundan başka ilk günden karşımıza çıkan, sonra da sıkça göreceğimiz "turşu kavurma" da menünün vazgeçilmeziydi. Turşu kavurması bizim pek hoşumuza gitmese de köfteyi oldukça başarılı bulduk. 




Tatlı olarak menüde yer alan "fındıklı baklava" ise abartısız yediğim en başarılı baklavaydı. Gerçi ben normalde şuruplu tatlı sevmiyorum ve yemiyorum. Ama bu yediğimiz, silme fındık dolu ve çok da şerbetli olmayan, yedikten sonra ağızda sadece nefis bir fındık kokusu bırakan sahiden de eşsiz bir tattı. Belki de benim fındığa olan aşkımdan dolayı bu kadar güzel geldi. Çünkü genelde cevizli ya da fıstıklı baklava çıkar karşımıza değil mi? 



Yemeğin üzerine ikram edilen çayın süzgeçsiz servis edilmesi -Trabzonlu arkadaşımdan bunu daha önce  duymuş olduğumdan-  beni diğerlerimiz kadar şaşırtmadı. (Trabzon'da böyleymiş.)

Öğle yemeğinin ardından gerçekten de hepimizin görmek için sabırsızlandığı noktaya, "Sümela Manastırı" na doğru yol aldık.

Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı Altındere Köyü sınırları içinde bulunan ve halkın "Meryem Ana" adı ile andığı Sümela Manastırının bulunduğu Altındere Vadisine vardığımızda size nasıl bir coğrafyanın başladığını anlatamam. Vadiden sonra manastıra otobüsle çıkmak mümkün olmayacağından dolmuşlara doluşarak manastıra doğru yükselmeye başladık. Deniz seviyesinden 1150, vadiden ise 300 metre kadar yüksekte bulunan Sümela Manastırı'nın eski Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksi olduğunu da burada belirtelim. 



Manastıra çıkarken bir noktada mola verip
varacağımız noktaya
ve manzaraya bir göz attık,
daha doğrusu aşık olduk...
işte orda bi manastır var uzakta...

Evet oldukça virajlı olan bu yolu yağmurlu ve sisli bir havada alırken, insana "Evet işte anlatılan Karadeniz bu olmalı" dedirten manzaralar anlatılmaz sahiden de. Yükseldikçe ağaçların görkemi ve yeşil rengin hakimiyetinden büyülenmemek için ruhsuz olmak gerek :)





Sümela Manastırı'nın hikayesi de elbette bu manzaralar kadar büyülü. Efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler. Rüyalarında, Meryem'in bebek İsa'yı kollarında tuttuğu yer olarak Sümela'yı görmeleri sebebiyle ve de birbirlerinden habersiz olarak yola çıkarak Trabzon'da karşılaştıklarında bu rüyadan söz etmişler birbirlerine. Ardından kilisenin temellerini atmışlar.

Bu şahane yapının günümüze gelmesi öyle kolay olmamış tabi ki. Önemini yitirip çeşitli yağmalara maruz kaldığı, define avcılarınca kazılıp harabeye döndüğü zamanlar bile olmuş. Zira bizler de freskler üzerindeki tahribatları gördüğümüzde oldukça üzüldük. (Allah'ım, insan girdiği her yeri bozmaya meyyal bir canlı mı diye sormadan da edemiyciim burada sevgili blogcanlar.)





Sümela Manastırı'nın 1998'den bu yana Turizm Bakanlığı'nca yürütülen bir çalışma ile zarar gören kısımları temizlenip restore edilmeye devam etmekte oluğundan gezemediğimiz noktalar da oluyor. Gezip gördüğümüz kısımları bizde hayranlık uyandırmaya yetiyor, tahribatlarsa canımızı sıkıyor.

Manastırı gezdiğimiz süre boyunca yağmurun yağmayışı, etrafın son derece ıslak oluşundan anladığımıza göre ise biz gelmeden bolca yağdığını anlamak bizi ayrıca mutlu ediyor. Zira zorlu bir vadide yağmur altında tırmanmak zor olabilirdi. 

Bu bölgede fotoğraf çekme krizim cereyan etmeye başladı. Şöyle ki ne kadar fotoğraf çekersem çekeyim bu güzelliği aktarmam için yeterli delilim olmayacaktı sanki. Hiçbir araç burada teneffüs ettiğimiz havayı anlatamayacaktı.

Tüm bu duygusal karmaşanın ardından yine yorulmuş da olarak artık bu gece konaklanacak olan "Zigana"daki "Yayla Tatil Köyü" içinde yer alan "Zitaş Tesisleri"ne yol almanın vaktiydi. (Ayrıntılı bilgi için tık tık)






Doğayla iç içe geçireceğimiz bir gece bizi bekliyordu. Çam ağaçlarının arasında bungalowlarda konaklayacak, sessizliğin ve huzurun tadının çıkaracaktık.

Zigana Yayla Tatil Köyü, Trabzon-Maçka'ya bağlı Hamsiköy Bekçiler mevkiinde, Trabzon şehir merkezine 55 km mesafede, deniz seviyesinden 1700 metre yükseklikte Zigana Dağı'nın yemyeşil ormanları içerisinde bulunuyor.  Yaz ve kış farketmiyor, her mevsim doğa-severleri bekliyor bu cennet. 




Akşam yemeğimizde yer alan tatlar arasında yine lahana sarması, mantı, kuru fasülye, turşu kavurma gibi yöresel lezzetlerin yanı sıra, benim özellikle tavsiye edeceğim "sütlaç" şahaneydi. Rehberimizin daha yolda verdiği bilgilere göre sütlacın anavatanı Hamsiköy'müş. "Umuyorum bu akşam menülerinde yer vermişlerdir" diye anlatırken, "Biz Mado'da bundan iyilerini yiyoruz" diyenlere de rastlamış olduğunu itiraf ederek tercihi bize bıraktı kendisi :) Damak tadı değişir illa ki ama bence bu sütlaç tartışmasız enfesti.

Yine bu bölgede meşhur olan "yabanmersini" özellikle diyabet hastalığı için şifa kaynağı imiş. Tatil köyünde de yöresel lezzetlerden alışveriş yapabileceğiniz satış noktaları mevcut. Ben her yerde bulamayacağımı düşündüğüm yabanmersini (burada "likapa" ya da "ligarba" denmekte) meyve püresinden aldım. Bunların şeker ilaveli marmelat şeklinde olanları da mevcut ama ben tercihimi şeker ilavesiz olandan yana kullandım.

Akşam yemeğinden sonra kendisi de Trabzonlu olan rehberimiz isteyenlere horon öğretmeye kalkınca çok eğlenceli bir akşam oldu. Horon öyle bikaç saat içinde öğrenilmez tabi ama biz gayret ettik. Ciddi anlamda yorucu olduğunu söylemeliyim. Bir o kadar da keyifli :)

Buranın tadını çıkarmak için konaklama ve sabah kahvaltısı elbette ki çok yetersiz. Sabah buralara veda etmek bana çok zor geldi. Özellikle sıcaktan zerre hazzetmeyen biri olarak, gece kalorifer yanmasına rağmen yorganın altında keyifli bir uyku Temmuz ayında bir daha ne zaman nasip olurdu kim bilir?

Eşimle MUTLAKA buraya tekrar gelmeye karar verdik. Tek tesellimiz buydu :(

Eveeet, ben burada yine bir mola vererek Karadeniz Notlarıma kaldığım yerden devam etmek üzere şimdilik hoşçakalın diyorum.

Sevgiyle kalınız efenim...










22 Ağustos 2014 Cuma

Karadeniz Gezisi - Birinci Bölüm

En son paylaştığım postumdan da anlaşılacağı üzere, yazmam gereken koskoca bir "Karadeniz Turu" yazısı beni beklemekteydi. Uzun bir süredir hem de. Turumuz biteli ve evimize döneli yaklaşık bir ay olsa da yaşadıklarımın büyüsünden sıyrılmam hayli zaman aldı. 

Şurası bir gerçek ki; o eşsiz güzellikleri nasıl anlatacağımı inanınız ben de çok merak ediyorum. Şu anki düşünceme göre, zannediyorum tek bir postta paylaşmam çok zor olacak. Gün gün anlatmak sanki daha düzenli bir sunum olacak. Başlayalım bakalım öyleyse ;)

Otobüsümüz 19 Temmuz Cumartesi saat 20:00'de hareket ettiğinde ben hala heyecanlıydım. Nihayetinde ilk kez bir "kültür turu" na katlıyor olmaktan mütevellit kafalarda bir sürü tilki dolaşmaktaydı.

İzmir'den hareket eden ve henüz yarısı dolu olan otobüsümüz sabah 07:00 sularında Ankara'ya vardığında, tur boyunca bize eşlik edecek olan rehberimiz ile diğer misafirler de aramıza katılmış böylelikle ekip tamamlanmıştı.

Hayli uzun bir yolculuktan sonra nihayet -tur programına göre görülecek olan ilk noktada- aşkları ile efsaneleşen Ferhat ile Şirin'in yaşadığı topraklarda bir mola vermenin zamanı gelmişti. 

Antik şehir Amasya'da, efsaneye göre Ferhat'ın dağları delip su getirmeye çalıştığı bu mevkide aşıkların devasa heykellerini ve anıt mezarlarını görmek mümkün.





Eveeet sevgili blogcanlar, anlaşıldığı üzere artık Karadeniz Bölgesi'nde kefşedecek olduğumuz ilk yerde, "Şehzadeler Şehri Amasya" daydık. 

Şehrin merkezini gezmeden önceki ziyaret noktamız olan "Amasya Arkeoloji Müzesi"nden kısaca söz etmek isterim. Müzede şüphesiz ki pek çok kişinin ilgisini en fazla çeken kısım ikinci kattaki mumyalar. Dünyada iç organlarıyla birlikte mumyalanan tek örnekler olma ünvanına sahip bu İlhanlı soyluları işbu müzede sergilenmekte. İlhanlılar Dönemi'nde, Moğollar tarafından zehirlenerek ya da boğularak öldürüldükleri tahmin edilen Anadolu Nazırı Şehzade Cumudar, Amasya Emiri İşbuğa Noyan, Amasya'da hükmetmiş olan İzzettin Mehmet Pervane Bey, eşi ve 2 çocuğuna ait olduğu belirtiliyor. Mumyalar, Mısır'dakilerin aksine iç organları çıkartılmadan mumyalanan ilk Türk ve Müslüman mumyalar olma özelliğini taşıdığından yerli ve yabancı turistin çokça ilgisini çekmekte imiş. Pek çoklarımızın aksine ben bu bölüme girme cesaretini gösteremedim. Tahmin edersiniz ki çok hoş bir görünüm arz etmiyor. Eşimin çektiği fotoğraflara bakmakla yetindim bu nedenle. 

Müzede bundan başka lahitler, heykeller, sikkeler, seramikler, masklar, kandiller, Tunç Çağı, Hitit Çağı, Roma Çağı ve daha diğer medeniyetlere ait eserler sergilenmekte.



El yazma Kur'an-ı Kerim nüshaları

Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait ahşap işçiliğin nadide örnekleri

Osmanlı Dönemi'ne ait  bakır eserler

Müzenin ardından Amasya'daki ikinci noktamız olan "II. Beyazıt Külliyesi"neydik. Sultan II. Beyazıt, bu külliyeyi saltanatın kendisine nasip olmasının bir şükranı olarak inşa ettirmiş. Ne kadar anlamlı değil mi?



Cami, medrese, imaret ve tabhaneden oluşan külliye Amasya'daki tarih kokan eserlerden biri olarak şehirdeki yerini korumakta sevgili gezi-sever dostlarım.

Külliyenin ardından, sırada dönemin mimarisine de örnek oluşturan şimdilerde bir "Müze-Ev" olan "Hazeranlar Konağı"na doğru yol alırken gördüğümüz manzara bizim için oldukça eşsizdi. Şehrin içinden akan bir nehir, nehir boyunca dizili alçacık boylu evler, nehrin üzerinde köprüler... İşte fotoğraflar...






Ne dersiniz, bu kendine has şehirde büyülenmemek elde değil, değil mi?

Hazeranlar Konağı'na dönecek olursak, Osmanlı dönemi geleneksel konut mimarisinin seçkin bir örneği olan konak, 1865 yılında Amasya Mutasarrıfı Ziya Paşa'nın defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmıştır. Burada uzun yıllar yaşayan "Hazeran Hanım"dan dolayı konağın ismi "Hazeranlar" olagelmiş.


                                           


Konakta teşhir edilen etnoğrafik eserler arasında sayabileceğim dönemin yaşantısını yansıtan giysiler, bindallılar, takılar, halılar illa ki görülmeye değer.




Bu harika konaktan sonra sıradaki şehrimize, Samsun'a doğru yol alırken gördüklerimi sindirmeye çalıştığımı söylemeliyim. 

Programımızda yer alan noktalar ekseninde Samsun'dan bir kaç kare paylaşarak aktarmaya çalışacağım. 

İşte Samsun'un İlkadım ilçesindeki, Ulu Önderimizin 19 Mayıs 1919'da Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak üzere Samsun'a çıkışını sembolize eden ve Samsun'un da simgesi haline gelmiş "Onur Anıtı".



Anıtın heykeli Samsun Valisi Kâzım Paşa tarafından Samsun halkı adına Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel'e 1927 yılında sipariş edilmiş, 1928 yılında Viyana'da başlayan yapım süreci 1931 yılında sonlanmış ve heykel kaidesine 29 Ekim 1931 tarihinde dikilmiştir.

Burada fotoğraf çekimi için bize ayrılan sürenin ardından "Gazi Müzesi"ne doğru yol aldık.





Gazi Mustafa Kemal'in Samsun'a ilk gelişinde konakladığı "Mıntıka Palas" olarak bilinen bu bina sonrasında Samsun halkı tarafından kendisine armağan edilmiştir. Gazinin Milli Mücadele çalışmalarını sürdürdüğü bu bina 1940 tarihinde müze olarak haklın ziyaretine açılmıştır. 1985'te korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilen bina 1995 yılında Kültür Bakanlığı'na devredilmiş, yenileme çalışmaları sonrasında tekrar müze olarak halkın hizmetine açılmıştır.


Atatürk'ün en uzun süre kullandığı ve Kılıç Ali'ye armağan ettiği,
 Kılıç Ali'nin Oğlu Altemur Kılıç tarafından
müzeye bağışlanan baston.

Müze içerisi Atatürk'ün çalışma odası, yatak odası, toplantı odası ve derlenebilen eşyaları ile döşenmiş. Atatürk'le ilgili belgeler, fotoğraflar, "Onuncu Yıl Nutku"nun aslı, "Nutuk"un Osmanlıca aslının bir örneği de diğer önemli milli değerlerimiz arasında ziyaretçilere sunulmakta. 


Atatürk'ün Samsun'a ilk gelişinde oturduğu tarihi koltuk.

Müzede tarihin altın sayfalarında kaybolurken yine zilimiz çalıyor ve bir sonraki noktaya yönelme vaktinin geldiğini haber salıyordu. Burada, hazır yeri gelmişken belirtmek isterim ki, tur ile gezmek insanın ağzına bir parmak bal çalmak gibiymiş. Bunu daha ilk günden anlamış olduk. Görülecek yer çok fakat zaman her zaman olduğu üzere sınırlı. Bu yüzden herşey son derece hızlı olmak zorunda. Hızlı gezmek, hızlı bakmak, hızlı fotoğraf, hızlı tuvalet... Buradan ilk kez tura katılacaklara önerimdir, ilk günden bu tempoya alışmak gerekiyor benden söylemesi.

Sonraki noktamız olan "Bandırma Vapuru Gemi Müzesi"ni, (Ramazan ayı nedeni ile erken kapanmış) o an itibari ile kapalı olduğundan gezemesek de rehberimizden dönüşte uğrama sözünü alarak konaklayacağımız otele doğru yol alırken, yol üzerinde çay-kahve molası verdiğimiz Terme Dinlenme Tesisleri'ndeki "Amazon Heykeli" önünde fotoğraf çekmemek olmazdı tabii.






Efsanevi kadın savaşçılar olarak bilinen "Amazonlar"ın Thermedon Çayı yakınlarında yaşamış olduklarını öğrendiğimiz kaynaklar der ki; bu kadınlar çok iyi at biniyor, ok atıyorlar. İyi yay çekmek için sağ memelerini kesiyorlar ve memesiz anlamına gelen Amazon ismi de buradan geliyor efenim.

Ve çaylar kahveler içilir, fotoğraflar çekilir; artık iki günün birden yorgunluğu atılmak üzere (dikkat ettiyseniz bir gün önce başlayan yolculuk ikinci günün akşamına kadar otobüste devam etmiş oluyor) otele gitmenin vaktidir.

Samsun elbette ki birkaç saate sığdırılacak bir şehir değil. Yol boyunca rehberimizin anlattıklarından aklımda kalan bazı noktaları da paylaşarak bitirmek istiyorum. Meraklısına...
  • Samsun Karadeniz Bölgesi'nin eğitim, sağlık, sanayi, ticaret, ulaşım ve ekonomik açıdan en gelişmiş şehri. 
  • Tahmin edersiniz ki, nüfus yoğunluğu en yoğun olan şehri de Samsun.
  • "Karadeniz'in Başkenti" ve "Atatürk'ün Şehri" dendiğinde akla gelmesi gereken şehrimiz.
  • Karayolları ile bölgeyi İç ve Doğu Anadolu Bölgeleri'ne bağladığı gibi aynı zamanda bir liman kenti.
  • İstiklal Savaşımızın başladığı yer olma özelliği ile tarihi önemini yıllardır korumakta.
  • Anadolu Medeniyetleri'nden Hititlere ait izler barındırması ve Amazonlar'a ev sahipliği yapmış bir şehir olması elbette ki son derece ilgi çekici.

Yazmaya başlarken kafamdaki düşünce, gezi notlarımı sizlerle kısım kısım paylaşmak idi. Aynen de öyle olacak zannediyorum. Hem benim hem de sizlerin okurken keyif alması için ilk bölümü burada sonlandırıyor, bu defa arayı fazla açmadan devamını getirebilmeyi ümit ediyorum.

Cuma gününü bitirdiğimiz şu saatlerde de herkeslere bol gezmeli, keyifli, şapşahane bir haftasonu diliyorum.

Sevgilerimle...








Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...