29 Kasım 2012 Perşembe

Bıt Bıt Bıt

- Bana "kolonyalı bişeyler" verin.

(Müdürümüz, "kolonyalı mendil" ya da "ıslak mendil" diye tabir ettiğimiz şu pratik şeyi kastediyor.)

Nasıl mı anladık?
İnsan alışıyor be. Başlarda öyle boş boş, manasız manasız baksa da, anlıyormuş gibi yapıp kafa da sallasa zamanla anlamayı öğreniyor bi şekilde. İnsanın (ne yazık ki) ailesinden/çocuğundan/en sevdiği dostlarından daha çok zamanını geçirdiği mesai arkadaşları tarafından
  • ne zaman önemsenip önemsenmediğini, 
  • zor bir durumda kimden yardım alabileceğini, 
  • kime asla sır veremeyeceğini, 
  • kimin, kim hakkında aslında ne düşündüğünü,
  • kimin yüzüne gülüp arkandan konuşacağını,
  • üstlerinin, senin arkanda kesinlikle durmayacağını,
  • kendini de paralasan, bir kez olsun takdir edilmeyeceğini,
  • en ufak bir hatada ise küçük düşürüleceğini,
  • kimin kraldan çok kralcı, 
  • kimin şakşakçı olduğunu, 
  • "ünvan"ları olmasa yüzlerine bakacak kimseleri olmadığından, dinozor bile olsalar koltuklarını bırakamayanları, 
  • "hayat"ları salt "iş"ten ibaret olduğundan "dışarı"da da bir "hayat" olduğunu çoktaaan unutmuş zavallıları 

Görüyor, tanıyor, kanıksıyor ve yazık ki alışıyoruz :(


Tıpkı ıslak mendillere alıştığımız gibi :)
(Şimdi, ne alaka demeyin ama "ıslak mendil"e geri dönüyorum müsaadenizle :)


Ne kadar steril oldukları bilinmese de, bu ürün yeri geliyor toz bezi, yeri geliyor el bezi olarak kullanılmak üzere, hemen her çalışanın çekmecesinde kendine yer bulmuş durumda iş ortamlarında. 

Anneler bebeklerin popuşunu, ellerini, ya da ağızlarını silmek için de eksik etmiyorlar çantalarından. 

Bunlar çıkmadan ne yapıyordu insanlık hakikaten?

"Sana ne, durup dururken, çok mu önemli?" diyor olabilirsiniz.

Bilmem, aklıma düştü işte. Her aklımıza takılan çok mu elzem oluyor sanki? Di mi ya?


Ve son olarak "herkes aynı hayatta, kendini bişey sanma" desin mi Mehmet Erdem? Bence desin...



Bir Çekiliş Daha Var...


http://kimdikibudeli.blogspot.com/2012/11/olmusuz-seksenbes-kisi-ve-bende-bir.html

acele edin son katılım yarınmış... bol şanslar herkeslere...

27 Kasım 2012 Salı

Yılbaşı Çekilişleri Başlıyor


Yeni yıl yaklaşırken sevgili blogcanlar hediyecikler vermeye başlamışlar bile. Ben -ne kadar şanslı olduğumu ölçmeyi de istediğimden- katılıyor ve katılmak isteyenlere de bol şans diliyorum. 




Katılmak isteyenler buyrun:

http://herseydenbirtutam-undenied.blogspot.com/2012/11/3-cekilisim-baslasn.html

25 Kasım 2012 Pazar

İki Kitap, Bir Oyun



2 Perde
Yazan: Ugo Betti
Çeviri: Ahmet Muhip Dıranas
Yön: M. Sadık Yağcı
“Suç” olgusunu irdeleyen oyun, savaş sonrasında erkeksiz kalan ve uzun bir bekleyişe dönüşen hayatlarını sürdürmeye, anlamlı kılmaya çalışan üç kadının dramını ele alır. Yaşamdan adeta izole edilmiş bir adada yaşayan bu kadınların zorunlu tutsaklığına tanık olduğunuzda, “Suç nedir ve hangi koşullarda, hangi eylem suç olarak tanımlanır” sorusuna kendinizden hiç beklemeyeceğiniz, çok farklı yanıtlar verebilirsiniz…

(http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-izmir-detay-bolum_konu-keciler-adasi.html)

Konuyu okuduğumda ilgimi çekince, uzun zamandır tiyatro izlemediğimizin de ayırdında olarak dün akşam için eşimle ikimiz için tiyatro biletlerimizi almış buldum kendimi...

Oyun konusu itibariyle, -özeti okuduğumda benim kafamda oluşana kıyasla- daha farklı yönde ilerledi.  Açık söylemek gerekirse olay örgüsünün çok da hoşumuza gitmediğini söyleyebilirim. İkinci perdede oyunun seyri izleyiciyi şaşırtsa da (en azından beni şaşırttı:) final tahmin edilebilirdi. 

Oyunculuklar ise her zamanki gibi şahaneydi...



Uzun zaman oldu okuyalı ama biraz yazacaklarım biriksin istediğimden biraz da zaman ayıramadığımdan ancak paylaşabiliyorum okuduğum iki kitabı sizlerle:

Elif Şafak, yıllardır en sevdiğim yazarlar arasında. "Şemspare", Habertürk gazetesinde yazdığı yazılarından derlenmiş deneme yazılarından oluşuyor. Romanlarından aldığım keyif elbette ki daha büyük (bu konuda sanıyorum yalnız da değilim). Ancak denemelerini de seviyorum ben yazarın. Daha önce "Firarperest"i okumuş olduğum için cümleler, dil ve konular çok tanıdık da olsa seviyorum ben bu kadını okumayı. Akıcı üslubu insanı rahatlatıyor, okuyucuyu yormuyor.



Ezgi'nin Günlüğü'nün solisti Hüsnü Arkan'ın, yazar yönü ile tanışma fırsatı sunan bu kitabı kitapsever dostlarıma hiç tereddüt etmeden öneriyorum.

Bir gencin hayalleri, gerçekleştirebildikleri, yaşamında kendisi ile diğerlerinin rolü... Yakın tarihin yaşanmış siyasi olaylarına değinilmesi de kitabın öteki yönü...

Son derece akıcı, güzel bir kitap. Yazarın dili çok hoş, çok samimi. Hikaye (aslında) sıradan, herkesten, hepimizden, çok içten... Belki de etkileyiciliği bu yüzden...


Keyifli Okumalar...




23 Kasım 2012 Cuma

Havalar Henüz Soğumamışken - II

Geçtiğimiz Pazar, -havalar hala henüz soğumamışken- site görevlimiz yazlıktaki meyvelerin toplanma zamanı geldiğinin bilgisini ulaştırınca, meyvelerimizi toplamaya gittik.







Dalında meyve gördüğüm zaman onlara aşık oluyorum ben adeta...



Profesyonel bir makinem de yok ya, kendi çapımda uğraşıyorum işte... 


Yapraklarını, Sonbaharın kızıllaştırdığı armut ağacımız.
Armutlar öylesine kütür, sulu ve tatlı ki...

Mandalinaya zaten bayılırım. Bizimkiler de gayet lezzetli.


























Sayılabilecek kadar az zeytinimiz var ama ben gene de minicik bir kavanoz da olsa (hayatımda ilk defa) zeytin yapmayı deneyeceğim.






Narların dalları oldukça dikenli, toplarken ellerim bayağı bi çizildi ama  değer... 



Hava kararmadan sahile de uğramak istedik.
               
Balık tutmayı da özlemiştik...







Bir kez daha denizsiz, nefes alamayacağımızı anladık...




18 Kasım 2012 Pazar

Şişedeki

Çetin Altan şirin bir şiirle bitirmiş yazısını Pazar köşesinde. Pek bi sevdim blogcanlar... Şöyle:


"Metin Eloğlu’ndan bir şiirle bitirelim yazıyı:

                                  

Şişedeki

Şişede durduğu gibi durmaz ki kafir,
Tutar insana yaşamayı sevdirir."

Şiirle kalınız!

12 Kasım 2012 Pazartesi

Havalar Henüz Soğumamışken...

Bu Pazar İzmir'de öyle bir hava vardı ki, evde otursaydık sonrasında inanılmaz pişmanlık duyardık herhalde. Malum önümüz kış, eve kapanmak zorunda kalacağımız günler olacak mutlaka.

Gelelim Pazar gününe:

(Bayramda İstanbul'da iken) eşimle kendimize birer "Müzekart" edindiğimizden, uzun süredir görmediğimiz Efes Antik Kenti'ne gitmeye karar verdik.(Eee, bir yıl geçerliliği olan bu kartın hakkını vermek lazım di mi ama:) 

Efes Antik Kenti:

Efes (Grekçe ἜφεσοςEphesosAnadolu'nun batı kıyısında, bugünkü Selçuk ilçesi sınırları içerisinde bulunan, daha sonra önemli bir Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Klasik Yunan döneminde İyonya'nın oniki şehrinden biriydi. Kuruluşu Cilalı Taş DevriMÖ 6000 yıllarına dayanır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Efes)



Meryem Ana Evi:

Hristiyanlığın kutsal anası Meryem Ana'nın Evi, Bülbül Dağı üzerinde bulunmaktadır. 1891 yılında yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Hristiyanlar tarafından "Panaya Kapulu" olarak da adlandırılan kutsal yerin MS. 4. YY'da inşa edildiği tahmin edilmektedir. Meryem Ana'nın Mezarı da Panayır Dağı'nın kuzeydoğu eteğindedir. Yıllar boyu her 15 Ağustos'da Meryem Ana Evi'nin bulunduğu Panaya Kapulu'da dinsel törenler düzenlenmiştir. 1957 yılında Papalık da burasının Meryem Ana'nın Evi olduğunu onaylamış ve Hristiyanlık için "Hac Yeri" ilan etmiştir.


Hz. İsa, çarmıha gerilişinden kısa bir süre önce annesini, arkadaşı ve havarisi olan St. Jean'a teslim etmiştir. St. Jean da, Hz. İsa'nın çarmıha gerilişinden sonra Meryem Ana'nın Kudüs'te kalışını sakıncalı bularak, onu yanına alıp kaçırmış ve Bülbül Dağı'na getirmiştir. Kutsal bakire, ST. Jean tarafından gizlendiği Bülbül Dağı'nda 101 yaşına kadar yaşamını sürdürmüştür. Hrıstiyanlığın kabulünden sonra Bülbül Dağı'nda 'Hac' şeklinde bir kilise inşa edilmiştir. St. Jean Efes'te yaşamış ve söylentiye göre İncil'i burada yazmış ve burada ölmüştür.  
(http://www.izmir.bel.tr/StandartPages.asp?menuID=340)




(Meryem Ana Evi'ne gidilir de mum dikip, dilek dilemeden olur mu? Seneler önce gittiğimde de dilemiştim elbet ve gerçekleşmiş oluşu inanılmaz motive edici benim için. Umarım   bu defa da dileklerim olur.)





Yedi Uyuyanlar ( ya da Yedi Uyurlar):


Hikayesini duyduğumda bir hayli enteresan  bulduğum Yedi Uyuyanlar'ı epeydir merak ediyordum. Dünkü gezimize nasipmiş.

Bizans döneminde mezar kilisesi haline getirilmiş olan bu yer, Geç Roma imparatorlarından Decius zamanında putperestlerin zulmünden kaçan yedi Hristiyan gencin Panayır Dağı eteklerinde sığındıkları rivayet edilen mağara olduğuna inanılır. Dünya üzerinde ilgili mağaranın kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kent olmasına karşın Hristiyan kaynaklarının çoğuna göre kent hristiyanlarca kutsal sayılan Efes'tir. Türkiye'de Yedi Uyurlar mağarası olarak en çok bilinen ve ziyaret edilen mağara ise dönemin önemli bir merkezi ve St. Paul'ün doğum yeri olan Tarsus'takidir. Eski ismi Arap kaynaklarında Efsus şeklinde geçen Afşin de bilim adamlarından oluşan bir heyete hazırlattığı rapor ve yerel mahkemede açtıkları keşif davası ile iddiasını arttırmıştır. Türkiye'deki diğer Ashab-ı Kehf ise Lice'dedir.
Efes'teki bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış hali 1927-1928 yılları arasındaki bir kazıda ortaya çıkarılmış, kazı sonucunda 5 ve 6. yüzyıla ait olan mezarlar da bulunmuştur. Yedi Uyurlar'a ithaf edilmiş yazıtlar hem mezarlarda hem de kilise duvarlarında bulunmaktadır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Efes)


Şirince:

Bu kadar yakınına gelmişken, çok çok kez gördüğümüz ama görmeye doyamadığımız Şirince'ye uğramamak olmaz diye düşünerek akşamımızı Şirince'de sonlandırdık. 

Şirince, İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı ve Selçuk'a 8 km uzaklıkta tarihi mimarisi başarıyla korunmuş turistik bir köydür.
Özgün adı olan Kırkınca'nın efsanevi bir çağda dağlara vuran kırk kişiye atfen verildiği rivayet edilir. Rum telaffuzunda Kirkice, Kirkinceve nihayet Çirkince gibi biçimler alan bu ad, Cumhuriyet'in ilk yıllarında dönemin İzmir valisi Kazım Dirik'in talimatıyla Şirince şeklinde resmileştirilmiştir. nüfusu 687 kişidir.
19. yüzyılda, özellikle ihracata yönelik incir üretimiyle ünlü, 1800 haneli bir Rum kasabasıydı. 1923'te Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sonucu Rumların ayrılmasıyla (çoğu Katerini'nin Nea Efesos köyüne yerleşmiştir), Kavala'nın Müştiyan (Moustheni) veSomokol (Domatia) köylerinden gelen mübadillerle iskân edilmiştir. Köyün evvelce bağ, incir, zeytinciliğe dayalı olan ekonomisi, bir tütün bölgesinden gelen yeni sakinlerinin elinde bir süre sekteye uğramış, ancak son yıllarda artan turistik önemine paralel olarak, bu sektörler yeniden gelişmeye başlamıştır. Bağcılık ve zeytinciliğin yanı sıra, şeftali, incir, elma, ceviz ve kiraz yetiştirilir. 1950'li yıllarda 2000-3000 civarında iken sonradan 700'e kadar düşen köy nüfusu, 1990'lı yıllardan itibaren turizmin gelişmesiyle birlikte tekrar yükseliş eğilimi içine girmiştir. Köyde halen bazı Rum evleri pansiyon olarak hizmet vermektedir.
Şirince'de üretilen zeytin yağları güney ege'de üretilen en iyi zeytin yağları olup yüksek aroma değerlerine ve düşük asit değerlerine sahiptir.
Köy içinde harap durumda olan iki Rum kilisesi bulunmaktadır. Ayrıca Tarihi Mimari Yapısı Korunmaktadır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eirince%2C_Sel%C3%A7uk)


Her gidişimizde Şirince'yi ziyaret eden kalabalığı görüyor, hayranlarının hayli fazla olduğunu anlıyorum. Bunda, bu güzel köyün bozulmamış Mimarisi ile Tarih kokan Kilisesinin yanında şaraplarının da büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Neredeyse her meyvenin şarabını bulabildiğimiz şaraplardan ikram etmek için davet eden mağaza sahiplerini de kırmak imkansız tabi:) Ben, her birini çok sevsem de daha ziyade beyaz olanlardan hoşlanıyorum sanırım. Elma, Şeftali, Kavun ve Ayva bence enfes. Bu defa, -sınırlı sayıda üretildiğini öğrendiğimiz- Ayva Şarabından ( Mürdüm Eriği de sınırlı sayıda imiş.) aldık. Büyük çoğunluğun favorisi olduğunu düşündüğüm Karadutu  ise biraz şekerli buluyorum ben. 
Bu Pazar bu kadar...
Sevgiyle, Gezmeyle, Şarapla, Şirin-ce Kalınız...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...